ESRARENGİZ BİR ÖYKÜ!!


Türkiye'nin on parmağında on marifet isimlerinden Ayşenur Yazıcı'nın esrarengiz olaylardan yola çıkarak yazdığı "Son Lobotomi" kitabından "Zeval ve Hayıf" adlı öyküyü okurlarımızın dikkatine sunuyoruz (Biraz uzun evet ama bu konulara meraklıların kaçırmaması gerekiyor):

ZEVAL ve HAYIF


Şehrin dışına doğru yayılan mahalleler, her gün yeni bir ilçe doğuran bereketli anamız “medeniyet”ten de uzaklaştıkça uzaklaşıyor; imkânlar, yayıldıkça derinliği azalan bir su gibi sığlaşıyor…

Hem köylü hem şehirli yaşamayı seçen yeni klanlar oluşurken, barbi resimli tişörtleri, çamurlu elleriyle düz damlarda yalınayak koşturan, cin bakışlı çocukların az ilerisindeki otoyoldan son model arabalar geçiyor.

Camdan, gözlükleri burnunun ucunda yaşlı bir adamın dikiş diktiği görülen terzihanenin az ötesinde mahallenin bakkalı, çeyiz mağazası ve su bidonlarının kaldırıma istiflendiği koyu mavi badanalı bir dükkânın önündeki yoldan hepsini selamlayarak akan kirli su, sokakların birleştiği yerden mazgala karışıp yok oluyor. Aynı kaldırım taşlarına bakarak yaşayan sokak esnafı süregelen ve süregidecek monoton yaşamlarını sıkıntıyla paylaşıyorlar.

Otoyola paralel giden bu sokağın üzerinde Anadolu’da yol alacak binlerce kilometresi olan kamyon şoförlerinin yorgun akşam molalarında yahut hafta sonu kır gezmesine çıkanların uğradığı köfteci dükkânı “Esmer’in Yeri” duruyor. Sakin, gösterişsiz, yalın ve ıssız...

İki bina ötesinde sazlı sözlü yol üstü eğlence yeri “Yeşil Müzikhol” tabelasının üzerinde renkli ampuller yanıp sönüyor. Kapının önünde sürmeli gözlü bir sarışın kadın posteri var. Büyük yollarda ömrü geçenlerin gönül eylemek, öylesine felekten bir gece çalmak için uğradıkları müzikholün kapısının önünde; biten geceden kalma ekşi kokulu çöpler, üzerinde ölmemek için direnen sokak kedilerinin bir görünüp bir kaybolduğu bir yığın oluşturmuş.

Duvarında “sabaha kadar açığız” yazılı tabelası olan köfte-pide dükkânını Taha Efendi iki ortağıyla her ikindi saat üçte açıyor. İstasyonu bir türlü muntazam ayarlayamadıkları, cızırtılı sesli radyodan dağılan türküler kulaklarına hiç değmiyormuş gibi robotsu hareketlerle mangalı yakıp, yerleri paspaslayan, masaları silip tuzlukları dolduran bu insanlarda gizli bir hüzün var sanki.

Tahta küçük masaların üzerindeki çiçekli muşamba örtüleriyle, düzgün duran sandalyeleri, simetrik duran kürdanlıkları ve sürahileriyle, lekesiz camlarıyla bir film dekoru gibi kurgulanmış dükkân! Sanki birazdan figüranlar gelecek ve bir yemek programının mutfak sahnesinin çekimlerine başlanacak gibi… Herkes hazır, sabit figüran müşteriler, roller ezberde, birini bekliyorlar servis yapmak için adeta! Ya da korkulacak bir şekilde kapan hazır, bir av bekleniyor!

Geçen gün yine aynı masada başı önünde köfte yiyen uzun bıyıklı ekose gömlekli adam yine yerinde, bir figüran gibi oturmuş piyazını kaşıklıyor. Köşe masada saçları düzgün taranmış genç bir çocuk muşambanın üzerine yaydığı gazeteye göz gezdirerek pidesini yiyiyor. Başka bir masada saçları kırlaşmış ama yüzü dinç, kırklı yaşlarda bir bey geçenlerde oturduğu sandalyedegeçmiş ayran içiyor ve boş gözlerle sokak kapısından öteye bakıyor.

Girişin tam karşısındaki soğutucunun yanında tuvalet kapısı ve kasanın hemen yanından depoya inen merdivenlerle her şey o kadar düzenli ve yerli yerinde duruyor ki insan bu düzeniyle bu dükkân bu mahallede nasıl yer alıyor diye düşünüyor ister istemez…

Amaç yoldan geçen ve geçip gidecek olanların gözüne çarpmak, ayaküstü pide-köfte yiyip yola devem edeceklere seçenek sunmaksa bu kadar özene ne gerek var! Bir daha aynı köfteciye yolun düşme olasılığı hemen hemen hiç yokken, hele hele bitişiğindeki dükkân yüzyıllardır kapalı kalmış gibi pis camlarıyla harabe gibi duruyorken!

Belki de yan tarafındaki terk edilmiş yerin mezbeleliği dükkânı bu kadar görünür kılıyordu, kimbilir. Ama ilçenin içinde bulunduğu duygusal ve sosyal şartların sınırları içinde bu mükemmel duruştan korkmamak mümkün değil ki…

Kapının önünde ortaklardan Semih betonu hortumla ıslatıyor. Dayanılması zor sıcaklıkta bir yaz günü daha biterken, güneş ufukta kaybolmasına rağmen topraktan fışkıran ısıyı serinletmeye çalışıyor ter içinde.

Bisikletini dükkân önündeki payandaya yaslayıp inen, yüzü elleri beyaz badana zerrecikleriyle örtülü genç boyacı, köftecinin kapısına yaklaşırken Semih Bey hortumun başından parmağını çekip suyun tazyikini kesti. Hortumu yere bıraktı ve mangal başındaki Taha ile göz göze geldiler.

İnce, kurumuş bedeni, yuvalarından kaçmış gözleri ve zayıflıktan kamburlaşmış bedeniyle boyacı, gazete okuyan gencin yan masasına oturdu. Salondaki figüranlar yerlerinde hafifçe dikleştiler, birkaç saniye göz ucuyla bakıştılar ve işlerini yapmaya devam ettiler.

Kasadan kalkan Ahmet vantilatörü açtı salona sıcak bir esintinin ardından serin dalgalar yayılmaya başladı. Ahmet’in tuvalete girip kapıyı kapatmasıyla, beyaz saçlı adam yerinden kalkıp hesabı ödedi ve dükkândan çıktı.

Siparişi üzerine “Bir buçuk porsiyon köfte” boyacı genç için mangala atıldı. Boyacı beyaz beneklerle dolu, güneşten kararmış kemikli parmaklarıyla kasketini çıkarıp başını sıvazladı, etrafa boş bir bakış attıktan sonra cebindeki paraları çıkarıp saydı geri koydu.

Masadaki ekmek sepetinden bir dilim alıp yarısını ısırdı, “Ağabey bana bir de ayran ver,” dedi.

Çökük yanaklarında bir topa dönüşen, yarım dilim ekmekten oluşan lokmayı çiğnerken yan masadaki sürahiyi alıp bardağını doldurdu.

Bu sıcaklarda da çalışılmıyor vallahi ağabey, arkanda koca fırın yanıyor önünde mangal… Sen nasıl baş ediyorsun?” diye dolu ağzıyla söylendi.

Taha yüzünü dönmeden, “Alıştık kardeş,” diye dev mangalda köfteleri çevirirken cevap verdi, Ahmet dolaptan bir ayran çıkardı, Taha’nın közlenmiş biber ve domatesleri koyduğu çiçekli plastik tabağa köfteleri dizmesini bekledi ve boyacının masasına piyazla birlikte servis etti.

Boyacı genç, bir avucunda ekmek dilimi diğer elinde çatal iştahla köfteleri yemeğe başladı. Dükkânın önünden ara sıra geçen yayalara ve dışarıda kararan havaya kaçan yorgun bakışları, tabak önüne geldiğinde sadece masa ve üzerindeki yiyeceklerden oluşan bir dünya oluverdi…

Günün en güzel anı buydu işte. Cılız bedeninin su içtikçe susadığı, yarım ekmek arası domatesle doymadığı on iki saatin sonunda, damağında yağları eriyen köftelerle karnını doyurmak!

Şehre geleli üç yıl kadar olmuştu. Gecekonduda bir hemşerisinin yanında başlayan işportacılık hayatı tezgâhı kaybedene kadar sürmüş, boyacılık işiyle hayatını sürdürmeye ve para biriktirmeye çalışıyordu. Büyük kent değirmenin çarkı su ittirdikçe dönüyor ve şehir günlük kazancının nerdeyse tamamını yutuyordu. Bir çare bulmalıydı, kendi gecekondusunu yapmalı, bir kadını olmalıydı. Yorgun aklında dolanan düşüncelerle tabağını ekmekle sıyırdı, turşuları da ağzına atıp arkasına yaslandı.

Çay vereyim mi birader?”

Ahmet’in sesine döndü, gözleri ağırlaşmıştı. Yemekle beraber çöken ağırlıkla gözlerini açık tutamaz hale gelmişti. Kollarını bedeninin iki yanına bıraktı. “Yok, ağabey sen bana bir soğuk su ver oradan” demek istedi. Sözler ağzında yayıldı heceler kayboldu, başı dönüyordu tek istediği şey uyumaktı. Başını masaya dayadı ve sızdı.

Ahmet ve Taha tedirgin, birbirlerine baktılar. Masalardaki diğer müşteri gibi oturan figüranlar çatallarını bıraktılar. Ahmet radyoyu kapattı, kasanın yan duvarındaki “Esmer’in Yeri” tabelasının ışıklarını kapatan düğmeyi açıp kapadı ve boyacı içeri girerken hesabı ödeyip dışarı çıkan beyaz saçlı adam dükkânın önünde belirdi, kepenklerini bir çırpıda kapattı…

Demirin rayında çıkardığı ağır gürültüyle kepenk indiğinde dükkânda derin bir sessizlik vardı. Sadece sinir bozucu bir monotonlukta dönen vantilatörün pervanesinin ve mangalda çıtırdayan, üzerine yağ damlamış birkaç kömürün çıkardığı sesler duyuluyordu.

Masalarda oturan herkes yerlerinden kalktı, boyacının cılız bedenini bir masa örtüsünün içine yatırıp depoya inen merdivenlerden sessizce indirdiler.

Kepenklerin de inmesiyle dükkânın içi cehennem gibi sıcaklaşmıştı. Koşarak yukarı gelen figüranlar hiç konuşmadan tekrar yerlerine oturdular. Ahmet işaret vermek için tabela ışıklarını açtı. Dışarıdan kepenklerin açılmasını sağlayan kolun gıcırtılı dönüş sesi duyuldu, kepenk açılmaya başladı.

Beyaz saçlı adam elinde boyacının kapı önüne bıraktığı bisikletle içeri girdi, oturanlarla kafasını hafifçe eğerek selamlaştıktan sonra radyoyu açtı, bisikleti kucaklayarak merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Sevim Tuna’nın neşeli sesiyle “Bağdat yolunda” şarkısı cızırtılı bir sesle odaya yayıldı.

* *


Taha gözlerinde bir umut, elleri titreyerek maşasıyla mangalın başına, Ahmet kasanın arkasına geçti. Masalarda oturmakla görevli figüranlar da yerlerine… Beyaz saçlı adam derin bir nefes vererek bir sandalye çekti, saate baktı. “İğnesini yaptım İki saten önce uyanmaz,” dedi. “Doktora haber verdin mi?” dedi Taha.

Aradım, yarım saate burada olur,” dedi beyaz saçlı adam yüzünü elleriyle sıvazlayarak: “Bir bardak su versene dizlerimin bağı çözüldü.”

Semih kısık sesle söylendi:

Her seferinde yüreğim yerinden çıkacak gibi oluyor. Çok günaha giriyoruz Ahmet! Başka bir yol bulsak diyeceğim yine gürleyeceksin. Biliyorum, hepimizin ölüme gün sayan evlatları var ama böyle de nereye kadar saklanacağız ki? Bir gün başımıza bir şey gelecek vallahi. Çok tedirginim.”

Ahmet üzerine yürüyecek gibi oldu, Taha omzundan tuttu, masalardakiler fırlayıp araya girdiler…

Bu boyacının böbreği belki senin kıza uygun böbrek, belki karaciğeri Ayşegül’ün kocasının beklediği karaciğer? Ya şu masadaki sabi neden burada rol alıyor aylardır Semih? Anasını kurtarmak için değil mi? Hepimizin yaşatmak için çabaladığımız canlarımız bu organlardan gelecek bir umudu beklemiyor mu? Başlatma yine vicdanına! Çıktık bir yola işte. Bunca kurulmuş düzen, aramızda imzaladığımız gizli kardeşlik anlaşması varken yarı yolda bırakabilir misin? Otur oturduğun yerde ve doktoru bekleyelim.”

Tatilden döndükleri belli olan bir aile arabayla köftecinin önünde durdu. Direksiyondaki adam başını camdan uzatarak seslendi:

Usta ocak hâlâ yanıyor değil mi? Köfte var mı?”

Taha, “Var var buyurun,” diye seslendi. “Bahçeye masayı ayarlayalım size serin olur. Oğlum ağabeylere cam önündeki masayı hazırla.”

Figüranlar servis edilen siparişleriyle ilgilenmeye devam ettiler, Semih kalkıp dışarıdaki masaya ekmek, çatal bıçak taşımaya mutfağa gitti. Arabadan inen yanık tenli kadın, şişman kocası ve çocuklar masanın etrafına dizildiler.

Çok temiz bir yere benziyor nereden gördün vallahi helal olsun sana,” diyerek kocasını pohpohladı kadın. “Anne çok acıktık,” diye mızmızlandı çocuklardan küçüğü.

Tamam, yavrum amca şimdi köfteleri getiriyor sen git bir ellerini yıka bakayım ablanla hadi.”

Önceden piyazları yollar mısın usta? Çocuklar acıktılar da,” diye seslendi babaları.

Getiriyorum,” dedi Semih iç çekerek.

Çocuklar lavaboya giderlerken, Ahmet, Taha’ya göz ucuyla “geldi” işareti yapıp, doktora yardım için aşağı gideceğini ima edip radyonun sesini açtı, merdivenlerden usulca indi.

Geniş bir salonu andıran depo loştu. Köşede karton kutular, tenekeler, büyükçe bir dondurucunun içinde hazır köfteler vardı. Duvarları yeni badana yapılmış içerisi kireç kokuyordu. Duvara sırtını vermiş kiler olarak kullanılan tahta dolabın kapağını açtı, içindeki duvardan ikinci bir kapıdan geçerek başka bir bölmeye girdi. Kapıyı kilitledi. Doktor oradaydı!

Ortadaki uzun tahta masanın üzerinde boyacı baygın yüzükoyun uyuyordu. Üzerinde yattığı masa, derinliği diz boyu kadar olan bir beton havuzun içine yerleştirilmiş, yanında bir musluk vardı.

Odada yüksekçe iki derin dondurucu, bir buz makinesi, ecza dolabını andıran beyaz dolapların içinde metal kaplarda ameliyat aletleri vardı. Ahmet, askıdan aldığı çivit mavisi, naylon mutfak önlüğünü üzerine geçirdi. Doktor cebinde getirdiği iğneyi yaparken söyleniyordu:

Ben gelmeden önce buz dolu çantaları hazır etmeniz gerekiyordu. Yardıma gelecek kimse yok mu yukarıda?”

Yok doktor bey, müşteri geldi meşguller. Ben alıştım, hem emekli sağlık memuruyum biliyorsun yardım ederim merak etmeyin.”

İlacı fazla kaçırmışsın adamın nabzı nerdeyse atmıyor! Sana dediğim miktarda koymalısın yemeğine, yoksa organları zarar görür.”

Peki doktor bey, dikkat ederim.”

Boyacı derin bir komadayken böbrekleri, göz korneaları, karaciğeri ve kalbi çıkarıldı buz torbaları dolu çantalara yerleştirildi. Odanın ortasındaki beton havuz kanla dolmuştu. Doktor, gizli odanın arka bahçeye açılan kömürlük girişinden çıktı, Ahmet çantaları ardından uzattı. Doktor dalların hışırtılarının arasından ellerinde buzluklar, ağaçlıkların ötesinde arabasına binerek gözden kayboldu. Boyacının mini minnacık kalmış bedenini masa örtüsüne sarıp naylon torbaya yerleştirirken Ahmet’in yüzünden kan çekilmişti, başı dönüyordu. Masayı ve havuzu suyla yıkadı. İlaç döktü ve ışığı kapattı, dolabın içindeki geçitten çıkıp mahzene döndü. Kapıyı kilitlediğinden emin olmak için kolunu bir iki zorladı. Tamam kapalıydı.

Başı önünde merdivenleri çıkarak salona geri geldiğinde tatilci aile gitmişti, sabaha karşı müzikholden çıkmış birkaç sarhoş adam şekerpare yiyip çay içiyorlardı. Taha’yla bakıştı. Tamam dercesine başıyla onaylama hareketi yaptı ve kasaya geçip oturdu. Elleri titriyordu:

Bana bir çay versenize!

Figüranlardan mesaisi bitenler gitmiş, yerine nöbeti yenileri devralmıştı. Hem parasızlıktan, hem çaresizlikten hem de zamanla yarıştıkları bu kahırda başka yol bulamadıklarından kardeşlik sözleşmesini imzalamış olan, yüzlerce ölümü bekleyen hasta yakınından birkaçıydı onlar…

On dokuz yaşındaki kız kardeşi her gün gözünün önünde eriyen telefon bayii Mustafa, artık yattığı yerden kımıldayamayan işsiz Mehmet’in annesi dul Süreyya Hanım… Yedi yıldır gözlerine ışık bekleyen Sevim’in eşi Nejat Bey, karaciğer nakli için bir yıldır sırada bekleyen ve gücünün son raddesine gelmiş sekiz yaşındaki Neslihan’ın yaşlı dayısı Süleyman…

Masalardaki yerlerini almış o gün kendilerine düşen rolü kayıtsız şartsız oynamaya kararlı, içlerinde her gün yeni bir umutla pide-köfte dükkânında kurdukları tuzağa nöbete gelen; olası tüm kötü duruma karşı tevekkülle suçunu üstlenmeye hazır suç ortakları!

Yoldan geçen birkaç aç müşteri içinden mekânlarına uğrayacak kimsesizleri bekleyen suç ordusu. Hepsinin başı önünde, içi sıkıntı dolu, bir o kadar da daha önceki kurbanların organlarıyla kurtulanlara gülen şansın onlara da gülmesini umacak kadar çıldırmış bir ordu. Radyodan Zeki Müren’in içli sesi dağılıyor salona:

Şimdi uzaklardasın gönül hicranla doldu…

* *


İçeride yeni yakılan mangal kömürünün geniz yakan kokusu, masalar temizleniyor, bahçe sulanıyor, köfteler ve içecekler dolaplara yerleştiriliyor. Pide hamurlarından topakların bulunduğu tarh fırının önüne yerleştiriliyor…

Boyacının cesedini parçalara ayırmak için iki kişinin mahzende çalışması gerek. Nejat Bey, “Beni kan tutuyor biliyorsunuz inemem, ben buzdolabını temizleyeyim,” diyor. Salonda homurdanmalar Ahmet’in ikazıyla duruluyor ve piyango Mustafa’ya ve Süreyya Hanım’a vuruyor. Söylene söylene dolabın ardındaki kurban odasına gidiyor ve kapıyı arkalarından kilitliyorlar.

Mahzende çalışan elektrikli aletlerin ve otoyoldan geçen arabaların sesi, kapıyı örttükleri anda duyulmaz oluyor. Derin bir sessizlikte, kan kokusuyla ilaç kokusunun birbirine karıştığı boğucu sıcaklıktaki havada, cesedi parçalara ayırıyor ve etleri plastik kovalara dolduruyorlar. Her parça kovaya konulmadan iyice yıkanıyor. Kemikler fırına atılmak üzere ayrı yere kaldırılıyor ve kafatası fırında bile yandığında küllerin arasında kalıntı bıraktığından, farklı bir yere götürülüp gömülmek üzere gazete kâğıdına sarılıp ayrı bir naylon poşete konuluyor… Süreyya Hanım yüzünden akan terleri silerken öğürüyor “Ben fenalaşıyorum Mustafa,” demesiyle birlikte kusmaya başlıyor. Mustafa bembeyaz, kanı çekilmiş yüzüyle yaşlı kadının kafasını musluğun altındaki suya tutuyor ve ömürlerinden ömür eksilen birkaç saatin ardından ikisi de ayaklarını sürüyerek gizli bölmeden depoya, oradan merdivenleri çıkarak salona geliyorlar…

Hava zehir zemberek bir sıcaklıkla canlıları kavuruyor, salonun içinde sahte bir rüzgârla dönen vantilatör güya insanların serinlemesine yardım ediyordu. Fırından yayılan pişmiş hamur kokusuyla masalarda bekleşen müşterilerin ağızları sulanır, tabaklar önlerine konur konmaz açlıktan zil çalan mideleriyle sıcaktan bezmiş bedenleri savaşa başlar… Yazın sıcağındaki açlığın her öğündeki dayanılmaz rezilliğiydi bu!

Dershaneden çıkmış kızlı erkekli bir grup genç, tenha “Esmer’in Yeri”ni yeni keşfetmişler. Bahçe masalarında pideleri beklerken çay içip gülüşüyorlar. Taha için sessizlikten kulaklarının ağrıdığı bu salonda alışılagelmişin dışında bir gün.

Mustafa camın ardında oynaşan gençlere bakışlarını saplamış, nerdeyse kız kardeşiyle yaşıt bu çocukların pembe yanaklarına, yaşam coşkularına göğsünün sol tarafında canını çok yakan bir sızıyla bakıyor. Şu hallerine bak diyor beynindeki isyan… Yiyebiliyor, gülebiliyor yürüyebiliyorlar ve hep şikâyetteler! Şükür etmeyi bile bilmiyorlar. Benim kuzum yatağında titreyerek uyukluyor ve ölümü bekliyor.

Semih arka bahçedeki odun yığınından elleri kolları kütüklerle dolu döndüğünde Mustafa’yla göz göze geldiler.

Hesabınızı getireyim mi, kalkacak mısınız?” dedi Semih.

Mustafa mesajı anladı. Torbalar hazırdı. “Getir birader,” dedi. Ödemeyi yapıp dükkândan çıktı. Arka bahçede ağaçların altına konulmuş iki naylon torbayı sırtlayıp, arabasının bagajına yerleştirdi ve İzmit istikametine arabasını sürdü. Kafayı yol üstündeki terk edilmiş yıkıntının bahçesindeki kuyuya, ağır olan, etlerin konulduğu torbayı az ilerisindeki bataklığa atacaktı. Her zamanki gibi… Kemikler gündüz dükkân kapalıyken, fırında kül olana kadar yakılıyordu zaten.

Camlarını sonuna kadar açtığı arabada, sıcak bir çöl esintisi gibi yüzüne vuruyor, nefes almakta zorlanıyor, vuran sıcak rüzgârla sersemliyordu. “Nereden bulaştım ben bu işe” diye gözünde o ıstıraplı vicdan azabı yine canlandı. Her zamanki gibi onu susturacak cevabı hazır, söylendi:

Zaman geçiyor ve başka çare yok.”

Doktordan haber bekliyorlardı. Öyle hemen de cevap verilebilen bir test değildi bu! Nakledilecek organın dokusunun uyup uymadığının araştırılması zaman alıyordu. Boyacının organları bakalım içlerinden birinin yakınına uyacak mıydı? Ayşe, Gülseren, Hamit ağabey hepsi kurtulmuşlardı… Kimbilir, belki şans bu kez onun kuzusuna gülecekti!

Kardeşlik birliği üyelerinin yakınlarına uymayan organları doktor başka muhtaçlara naklediyor, birlik kasasına para yatırıyor, o da iyi para kazanıyordu! Doktordan gelen parayla hem dükkân kendini çevirebiliyordu hem de kurulan düzende rol alanların masrafları çıkıyordu.

Akıllı adamdı bu doktor. Hastanede, böbreği hasarlı kişinin bir yakınından böbrek alınmış gibi yapılıyor, verici kişinin beline küçük bir sahte kesik yapılıp dikiliyor ve “Böbreği nereden aldınız?” sorusu hallediliyordu! Kendi kazandığının yanında, tüm ekibine dağıtığı paralarla herkes susmasını öğrenmişti. Alan memnundu satan memnun!

Ya öldürülen insanlar?

Kendi gecekondusunu yapma hayalinden ve bir kadını olsun umudundan başka hiçbir şeyi olmayan boyacının bu kaosun içinde ahını alanlara ne olacaktı? Bu günaha hangi bahaneyi bulacaklardı? Tanrıya ne diyeceklerdi?

Radyoyu açtı. İç sesini durduramıyordu:

Biz, kardeşlik birliğindeki figüranlardan hiçbirimiz, kimseyi ele veremeyiz çünkü her gün yeniden sevdiklerimize bir “organ bulma umudumuz” var. İçimiz taş doludur, vicdanımız kurşun gibi akar damarlarımızdan, bir yanda günah, bir yanda çaresizlik… Ateşler içinde yaşarken, her gün devrilir kalırız içimizde bir yerlerde.

Mustafa gözündeki yaşları birileri görmüş gibi ürkek, elinin tersiyle sildi, burnunu çekti. Etrafta kimsenin olmadığını iyice kontrol ettikten sonra kuyunun yanına arabayı çekti ve torbayı kara boşluğa ters çevirip silkeledi… Dört beş saniyelik sessizlikten sonra tok bir sesle baş kuyunun dibine çarptı. Elindeki kireç torbasını kuyuya boşalttı ve burnunu çekerek arabasına binip dönüş yolunu tuttu.

* *


Gecenin hüzünlü saatleri dükkânın önündeki sulanmış toprağının kokusuyla karışmış, çimenleri yer yer seyrelmiş bahçede müzikholden çıkan birkaç sarhoş karnını doyurmaya çalışıyor, yüksek sesle, cümleleri yayarak konuşmaları kulakları tırmalıyordu.

Semih yanlarına eğreti bir şekilde iliştiği sandalyede adama laf yetiştirmeye ve ortalığı sakinleştirmeye çalışıyor… Mustafa yanlarına vardığında kara bıyıklı bu adamı hemen tanıdı. Elli yaşlarında, bıyıkları gür, alnında derin çizgileri olan ter kokulu bu iri cüsseli adam altı ay önce de gelmiş yine hır çıkartmaya yeltenmiş, Semih ve Taha gayet usturuplu bir dille suyuna giderek ikna etmişlerdi. Afyon’dan müzikhole çalışmaya gelen, sonra da sessiz sedasız ayrılan Gizem isimli kadına takılıp kalmıştı!

İş çıkışı sizde bir şeyler atıştırmaya gelmiş en son diyorum ağabey, sonra da gören yok! Kimi kimsesi yok, hikâyesini bilseniz içiniz yanar. Kocası bunu on sene önce boşamış ve oğlunu alıp Almanya’ya yerleşmiş, yıllardır haber alamıyordu. Yarı aç yarı tok şehir şehir türkü söyleyerek hayatını sürdürüyordu. O pavyon senin, bu pavyon benim…”

Koskoca adam ağlayacaktı nerdeyse. Gözlerini karanlık otoyoldan geçen arabaların farlarına çevirdi ve iç çekti:

Hani belki sizinle sohbet etmiştir, bir şeyler demiştir, dert paylaşmıştır hı? Müzikholün üst katındaki odasından eşyalarını da almamış. Kesin kocası geldi götürdü Gizem’i… Yanında kimse yok muydu birader iyi düşün ne olur?”

Güzel abim, hatırlıyorum ablayı. Pek boynu bükük gelmişti yorgun görünüyordu. Pidesini yedi ve gitti başka da bir ayrıntı hatırlamıyorum.”

Sonra kimseler görmemiş kadını. Bahtsız yavrum, kınalı Gizem’im benim. Ben polise haber vereceğim bulsunlar bülbülümü.”

Ver abim ver… Lakin adını sanını bilir misin? Onların hep takma adları vardır. Üzerinden altı ay geçmiş bu kadar neye bekledin, sen kimsin diye sana sormazlar mı?”

Haklısın. Hem kocası alıp götürdüyse bir de ben başına dert açmayayım kadıncağızın…”

Semih adamın sırtına dostça elini koydu:

Tazeleyeyim mi çayları biraderler?”

Sabaha karşı masalardaki tek tük sarhoş gruplar evlerine ve beş dakikalık molalarında bir şeyler atıştırmak için uğrayan yorgun kamyoncular varacakları şehre doğru yola çıkarken, Semih sönmekte olan mangala birkaç kömür attı ve Taha’nın yanına oturdu:

Bu şarkıcı kızı kafaya takmış adam belli. Başımıza bir iş açmasın?”

Taha zaten ıssız olan dükkânın dışarısına tedirgince göz atarak kaşlarını kaldırdı:

Gidip gelip söylenir, içince aklına gelir, ağlar sızlar ama peşine düşemez. Endişelenme. Bak doktordan dün hayırlı haber geldi. Ayşegül’ün kocasına doku uymuş. Bu sabah ameliyata alıyorlar adamcağızı. Kurtuldu o da! Bunca eziyete, vicdan azabına, korkuya, uykusuz gecelerimize cevap alıyoruz yavaş yavaş.”

Semih başı önünde dinliyordu. İki elini dizkapaklarının arasına sıkıştırmış, omuzları düşmüş, düşünceli cevap verdi:

İyi diyorsun da daha kardeşlik birliğinde organ bekleyen 16 kişi var! Bunlardan dördü ölüme gün sayıyor. Yakınları beklemekten usanmış, ayaklarını sürüye sürüye dükkâna gelip görevlerini zoraki yapar oldular. Her an biri isyan bayrağını çekebilir. Herkesin canı burnunda! Bu bir piyango da olsa kendi hastasının hep arda kalmasını kabullenmekten sinir küpüne dönmüş çok insan var! Dile kolay Taha, iki yılda dokuz insanın canını aldık. Aralarından sadece üçünün dokusu bizim hastalarımıza uydu. Bu bekleyişte hastalardan birçoğunun da ömrü vefa etmedi, göçtü gitti dünyadan. Organlar doktora yaradı. Dokuz insanı öldürdük, “altı” tanesi doktora yaradı. Ama çalışan, bunca azabı çeken bizleriz! Geriye dönüp baktığımda akıntıya kürek çekmekten ve kocaman bir vicdan yarasından başka bir şey göremez oldum… İçim dışım ölümle doldu. Yemek yiyemiyorum, yürüyemiyorum, uyuyamıyorum artık!”

Ne yani pes mi edeceksin?”

Dilim değil ama içim pes etti Taha.”

Dönüş yok. Kardeşlik sözleşmemizde ne dedik hatırla? İmzaladık hepimiz.

1- Hepimiz tüm organlarımızı ölüm halimizin gerçekleşmesi durumunda ilgili kuruma bağışladık

2- Kendi hastamız ölse de yaşasa da birliğe kayıtlı 19 hasta organ bulana kadar dükkâna vardiyalara gelmeyi taahhüt ettik. Beklediğin organ bulunsa dahi birlikteki diğerleri için haftada bir gün dükkânda rolünü yapacaksın. Son hasta kurtulduğunda veya öldüğünde sözleşme kendiliğinden fesholacak zaten.

3- Dükkân kapatılacak ancak devredilmeyecek.

4- Ömür boyu sürecek bu birliktelikten kimseye asla bahsetmeyeceğimize şayet aramızdan bahseden olursa sonuna kadar inkâr edeceğimize ant içtik.

5- Kurbanların atıklarının nereye atıldığını, atan kişi hariç kimse bilmeyecek. Söylemeyecek.

6- Birlik içine dışarıdan yeni kayıt alınmayacak.

İki yılda sadece üç hastamızı kurtarabildik. Ama doktor yaşamdan umudunu kesmiş altı kişiye ışık verdi. Bir de böyle bakmaya çalış. Şansımıza kim düşecek, kimin yolu hangi hastaya organ vermek üzere bizim dükkâna düşecek bilemeyiz. Ama görünen o ki, iki yıla kalmaz 16 hastamızın çoğu ölecek ve içlerinden şanslı olan 2-3’ü yaşama geri dönecek.

Sen eve git istersen yorgunsun, ben kapatırım Ahmetle dükkânı.”

* *


Yeni güne başlayan “Esmer’in Yeri” sonbaharla beraber daha serinceydi. Kuyuya, geçen aylar içerisinde boyacının kafasının üzerine bir tinercinin başı, ardından evden kaçmış bir genç kızın kafatası geldi. Aralarındaki kireç tozuyla, zamanın kollarında erimeye terk edildikleri derin karanlık çukurda, onlar da kendi aralarında bir oyunun, sessiz bir birliğin fertleri oluverdiler… On bir tane bedeninden ayrı baş, ruhlarının başında beklediği kuyuda duyulmayan çığlıklarla adalet yakarışında yanıyorlardı. O kadar derin bir sızı, o kadar huzursuz bir enerji yayılıyordu ki etrafa… Kuyunun üzerine gelen koyu gri bulut mesajı aldı, öfke, kin ve çaresizlikle dolu harfleri yüklenerek gökyüzünde dağıldı gitti…

Önce Mustafa “gitti kuzum, öldü” diye bağırarak dükkâna geldi bir sabaha karşı, bir ay sonra da Mehmet’i giden Süreyya Hanım! Kuzucukları ölmüştü, figüranlık yapmaya gelmek istemiyorlardı.

Gönüllü figüranlar artık kin topuna dönmüşmüş, isyanları yaşama karşı tüm varlığı reddeder hale gelmişti. Israrlar, ikna çabaları boşaydı! Sevdikleri hayata gözlerini kapayanların elindeki koz tehlikeliydi:

İhbar ederim hepinizi, kaybedecek neyim kaldı ki!”

Dükkân alev topuna dönmüş kalpleriyle, isyan dolu boğazlarıyla, huzursuz, asık suratlı insanların oturup gözlerini bahçeye diktiği sessiz bir tiyatro sahnesine dönüverdi. Salona yayılan elektrik artık en ufak bir kıvılcımda her şeyi yakabilecek kadar dayanılmaz ağırlıkta ve tehlikeliydi! Tahammül sınırları kadere boyun eğmekle de genişlemiyordu artık! Şans denilen istatistiği kimin hak ettiğini sorgulayan kafalarla, “neden” sorusunu sormaya devam edenler aynı çukurda çürümekteler…

Aniden yazdan sonbahara dönmeye karar veren gökyüzü, koyu bulutlarını hızla bir araya toplamaya başlayınca tüm canlılara bir panik bir koşturma bir tedirginlik yayılıyor. Kuşlar hızla ortadan kayboluyorlar, karıncalar derinlere kaçıp yuvalarının ağızlarını kapatıyorlar, insanlar pencerelerini… Gökyüzünde mavi ve beyazlar hareketleniyor. Sincaba, çiçeğe, meleğe benzeyen bulutlar fikir değiştirip kartala, savaş meydanına, kaçan hayvanlara benzemeye başlıyorlar.

Otoyolun gri asfaltı koyulaşıyor, ağaçlar koyulaşıyor, şehrin dış mahallesindeki damlar kararıyor kiremitlerin üzerine ve toprağa hızla kurşun gibi damlalar düşüyor… Ortalık gökyüzünden dökülen kova kova suyla, bir anda bulanık suların aktığı bir sele karışıyor.

Ahmet bahçedeki masaları saçağın altına yerleştirmeye koşuyor. İçeride kimse kımıldayamıyor. Onlar figüranlar! Dükkânı içindekilerle beraber sel alsa diye düşünen bile var.

İzmit yolu üzerinde Esmer’in Yeri’ne az uzaklıkta, terk edilmiş bir binanın avlusundaki kuyuya oluk oluk yağmur suyu iniyor. Gök delinirken, başlar kireçli suyun içinde yavaşça yapıştıkları yerlerden kımıldanıyor, suyla beraber hareket etmeye başlıyorlardı…

Yan yoldan, ardındaki çöp toplama arabasını hızla çekerek koşan hırpani adam, Esmer’in Yeri’ni aniden fark edip bezden yapılmış ağzına kadar karton ve teneke dolu çöp arabasını kenara bırakarak dükkâna doğru koştu. Saçlarından süzülen suyu elleriyle arkaya doğru itip, pantolonunu silkeledi cam kenarındaki masaya oturdu. Masalardan başlarını kaldırmadan figüran gözler birbirini arayıp buldu. Kurban yerini aldı!

Taha mangalın közlerini maşayla yayıp kömürlerin ateşini hareketlendiriyor. Fırının içinde yanan odunların kavuniçi kırmızı oynaşan alevleri ve çıtırtılar radyodan yayılan müzikle buluşmakta:

Rüzgârların önünden kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin, sürükleneceksin…

Çöp toplayıcı mangal başındaki ustaya seslendi:

Pide mi çabuk çıkar köfte mi ağabey?”

Taha yüzünü dönmeden cevap verdi:

İkisi de aynı vakitte çıkar birader.”

O zaman bana bir köfte at mangala ağabey. Ortalığı sel aldı şu hale bak otoyolda arabalar önlerini göremiyor. Şimdi kaza olur! Nasıl yağıyor rahmet, güzel rabbim nasıl da yağdırıyor…”

Ya öyle. Burası yüksekçe bir şey olmaz,” dedi Taha, ilgilenmemiş gibi yaparak.

Ahmet usulca yerinden kalktı, kasanın yanında tuvalete girip doktora haber verdi. Semih hasta olduğundan, kepenkleri kapatma görevi mecburen Mustafa’daydı. Ahmet kafasıyla işaret verdi. Mustafa, kasanın önüne gelip hesabını öder gibi yaptı. Mustafa’nın gözlerinde zoraki bir itaat, her an patlamaya hazır oyunbozancılığı gören Ahmet başını hafifçe eğerek çakmak çakmak gözlerini kıstı ve Mustafa’ya dik dik bakarak “sakın birliğe ait olduğunu unutma” mesajını verdi.

Köfteler ve dev ekmek dilimleriyle dolu sepet çöp toplayıcının masasına bırakıldığında dışarıda kıyamet kopuyordu! Gök gürültüsü ve yere çarpan yağmurun çıkardığı ses, camlara kırbaç gibi inen damlalar salonu bir korku filmi platosuna çevirmişti.

Çöp toplayıcısı yemeğini yemeye başladığında kapının önünde ardı ardına çarpışan arabaların sesleri duyuldu. Yağmur sesine karışan gürültüyle ve ardından yaşanan can pazarı çığlıklarıyla salondaki herkes pencereye koştu!

Yan yolda duran bezden çöp arabasının hemen ardında onlarca araba birbirine girmiş insanlar yollara saçılmış ortalık mahşer günü gibiydi. Gündüz müzikholün temizliği ve mutfağıyla uğraşanların hepsi kapının önüne fırlamış, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında, şaşkın, kalakalmışlardı!

Çöp toplayıcısı da ağzında kocaman bir lokma, camın önünde bağırdı:

Ağabey yardıma gitmek lazım... Ortalık kan gölü olmuş. Polisi ara sen, arkadaşlar kalkın gidelim insanlar can çekişiyor haydi!” deyip etrafına bakındı. Tavan dönüyordu sanki…

Kimse kımıldamadı! Ahmet’in kanı donmuş, pencerenin ardında bayır aşağı koşarak kazanın olduğu yere giden Mustafa’ya kilitlenmişti!

Ambulansı ve polisi çoktan aramışlardır,” diye mırıldandı. Kafası durmuştu. Düşünemiyor, kımıldayamıyordu.

İyi o zaman ben bir bakayım,” dedi ve fırladı çöp toplayıcısı dükkândan… Bayırdan aşağı inerken çöp arabasının yanına gelmişti ki sendeledi, başı dönüyor, dizleri onu ileri taşımıyordu. Durup etrafta tutunacak bir yer aradı, elleri boşluğa geldi ve düştü! Çamur kayıyor, dirseğinin üzerinde doğrulmaya çalıştıkça düşüyordu. Ellerine hâkim olamıyordu, parmakları gevşedi, boynunu tutamaz hale geldi kendini yağmurun kollarına bırakıp çamurun üzerine yayıldı kaldı… Ağzına su doluyor yutkunamıyordu. Son bir gayretle yana döndürdü bedenini. Uzaktan yaklaşan siren seslerini duyuyor ama tepki veremiyordu, tüm bedeni uyuşmuş, her şeyi görüyor ama kımıldayamıyordu. Refleksleri yoktu artık!

* *


Ambulanslar yola saçılmış insanlara yardım etmeye çalışıyor yağmurdan göz gözü görmüyordu!

Burada da biri var yerde,” diye bağırıp çöp toplayıcısını işaret etti ayaktaki yaralılardan bir kadın.

Ahmet, arka tepeden içeri su dolmaya başlayan kömürlük çıkışının önüne odunlardan bir set yapmak için birkaç figüranla arka bahçeye gittiğinde yerlerinde donup kaldılar!

Sular on bir kafatasını sürükleyerek odunluk kapısına getirmişti.

* *


Yazlıkçılar haziranda okulların kapanmasıyla yollara dökülmüştü. Güneş her seneki rengiyle milyon yıldır aynı parlaklığını bozmadan, baharın soğuk günlerinin affını diler gibi ılıcacık yapıyordu ortalığı…

Doğa, kışın kaderci ruhunu, yazın ruh sıvazlayan rahatlığına devri teslim yaptığı günlerindeydi. Taze ve umut dolu… Otoyol hareketlenmiş, çimenler yağışlı geçen bir mayısın ardından en yeşil renkleriyle taze, diri yüzlerini güneşte ışıl ışıl parlatıyorlardı. Müzikholün çöpleri yan yolda ekşi kokularını yaymaya başlamıştı yeni palazlanan kedi yavruları etrafında dönüyordu.

Tepesi bavullarla dolu, arka koltukta gözleri cin gibi iki çocuğun olduğu araba müzikholün yanında durdu, çöpleri dökmekte olan adam başını kaldırdı:

Hayırlı günler. Birader şurada bir köfteci vardı taşındı mı?”

Yok beyim. Geçen kış yağmurlardan sonra dükkânı kapattılar. Çok sevdikleri bir doktor arkadaşları o gazetelerin yazdığı büyük otoban kazasında öldükten sonra taşındılar. Nereye gittiler bilmiyorum.”

Comments

  1. Çok etkilendim, gerçekten çok güzel bir öykü. Elinize sağlık. Bir Hollywood filmini anımsattı bana.

    ReplyDelete

Post a Comment

Popular posts from this blog

YAKITI BİTEN UÇAK NASIL SAVAŞTI?

Leyla Tekül musevi oldu!!!